Tolstoy ve Din: Çöküş
Istıraplı Yazar Tolstoy… 82 yıllık yaşantısı boyunca zenginlik, ün, iyi aile yapısı gibi çeşitli imkanlara sahip olmasına rağmen, hayatının çoğunda ıstıraba ve acıya hemhal olmuştur. Öyle ki, Lenin, Tolstoy’un bu dengesiz durumunu; “Bir yazar nasıl hem bu kadar cahil hem bu kadar aydın olabilir bir türlü anlayamıyorum,” sözüyle özetlemiştir. Tolstoy’un bu yazıya konu olmasının sebebi ise, yaşadığı acıların bugün hemen hemen herkesin yaşadığı sorunlarla paralellik göstermesidir.
Tolstoy’un yaşadığı varoluş sancılarını yine onun kendi anlatımlarını temel alarak din/inanç boyutunda inceleyeceğim. Onun inanç dünyasını dönemlere ayırıp, ilk olarak inancını kaybettiği “Çöküş” döneminin üstünde duracağım. Böylece bir kişinin inanç dünyasından koparken hangi aşamalardan geçtiğine dair güçlü bir veri kazanmış olacağım. Alıntıların tümünü ise Tolstoy’un muazzam eseri olan “İtiraflarım” kitabından kullanacağım.
Çöküş
Tolstoy ailesi gibi Ortodoks Hıristiyan inancına göre vaftiz edilmişti. İlk, orta ve lise dönemi dediğimiz çocukluk, büyüme, gençlik dönemlerinde Ortodoks inancı temelli öğrenim gördüğünü belirtiyor. Bir çocuğun elbette ki aile gelenekleri ve inançlarına tabii olması normaldir ama ergenlik sürecine gelindiğinde dünyanın maddi hali daha göze çarpıcı geldiğinden, inanç hayatı odaklı, kuvvetli bir telkine maruz kalmayan her genç adayının manevi dünyası adeta dumura uğrar. Tolstoy bu çöküşün 18 yaşında olduğunu belirtiyor.
“18 yaşında, araştırmalarımın ikinci yılında üniversiteyi terk ettigimde, bana öğretilenlere olan tüm inancımı kaybettim. Hatırladığım kadarıyla, hiçbir zaman ciddi bir inancım olmadı. Basitçe bana öğretilen, büyüklerimin de sadık kaldığı şeylere güvendim. Fakat bu güven bile oldukça sallantılıydı.”
Sallantılı güven meselesi dinsel açıdan incelendiğinde insanların çoğunun sahip olduğu bir meseledir. Bu iman olgusunun 2 çeşidi olan tahkiki iman, taklidi iman kavramlarıyla yakından ilgilidir. Tahkiki iman, kelime köklerinden de anlaşılacağı üzere ‘Hakiki olan, aranılıp bulunmuş, deliller üstüne bina edilmiş’ olan imandır. Taklidi iman ise yine Tolstoy’un ifadesinden yola çıkarak, aileden veya çevreden hazır olarak alınan, bireysel çaba ve düşünce gücüne dayanmayan güvenden yoksun, pamuk ipliğine bağlı bir iman çeşididir. Böylesine bir iman “bana balık verme, balık tutmayı öğret” yani ‘üretimi öğret’ sözünün tam zıddıdır. Üretmesini bilmeyen sadece tüketir, tüketmesini bilir. Taklidi imana sahip kişi de aynı bu bilinçsiz tüketici zihniyetine sahip kişiler gibi kendi imanını günden güne tüketir ve en sonunda tüketeceği inanca dair hiçbir şeyi kalmayacaktır. Genelde taklidi imanın kaynağını tüketen de yine algıları yıkan, mantığa ilk bakışta aykırı gelen sorular olmuştur. Kendi inancını bilme konusunda aciz bir insanın, elbette ki bu sorular karşısında çaresiz kalmaması beklenemez.
“Ben henüz on bir yaşındayken, şimdi çoktan ölmüş olan, Volo- dinka M. adında öğrencisinin okulda yapılan yeni bir keşfin duyurusuyla, pazarlardan bir pazar bizi ziyarete geldiğini hatırlıyorum. Keşif, Tanrı’nın olmadığı, bize öğretilen seylerin peri masalından farksız olduğuydu. (Yıl 1838’di.)”
Taklidi imana sahip birey, Tolstoy’un karşısına dikilen çocuk gibi biri karşısında sus pus kesilecek ve hiçbir soruyu cevaplandıramayacaktır. Bu yanıtsız sorular ise mutlaka inanca karşı duyarsızlaşma getirecektir.
“Beni dini öğretileri öğrenmem hatta kiliseye gitmem gerektiğini, fakat her şeyi çok ciddiye almanın gerekli olmadığı sonucuna ulaştırdı.”
Bu duyarsızlaşma Tolstoy’un devamında da itiraf etttiği gibi maddi hedefleri (para, cinsellik) arttıracak ve dünyada belki de en önemli soru olan “Ben nereden geliyorum, nereye gidiyorum ” sorusunu sormaya engel olacaktır. Varoluşa dair olan bu soruyu hayattan çekip aldığında, inanca duyarsızlaşan birey, çevresinden gün geçtikçe daha çok etkilenmeye başlar. Etkilendikçe yeni sorular meydana gelir, yeni yaşam tarzlarına adapte olur ve bu süreç sonunda inanca veya ideale dair bir yaşam değil de çoğunluğun yaşayışından ibaret olan bir kitle yaşamı ortaya çıkar. Yalan üzerine birleşmenin, menfaat üzerine kurulmuş bir düzenin hüküm sürdüğü bir dünyada kitle üyelerinden biri olup çıkmanın zararı sadece bireyin maddi dünyasıyla ölçülemez. Böylesine bir yaşam insanın manevi dünyasında onarılmaz gedikler açar, çiçeklerini kurutur, onu insan yapan asıl şeyi unutturur. Ortaya çıkan “özgür” insan türü ise iradesini kendi elleriyle kitleye teslim ettiğini ilahi bir yardım olmadan asla bilemez.
Tolstoy inanç, birey ve çevre arasındaki ilişkiye dair öyle bir itirafta bulunuyor ki bu itiraf yukarıda yapmış olduğum tespitleri doğruluyor, geçmişe, günümüze ve geleceğe ışık tutuyor.
“İnançla bağımın kopuşu, bizim sosyal ve kültürel olan insanlarda olduğu, olmaya devam ettiği gibi gerçekleşti. Gördüğüm kadarıyla durum çoğu kez şöyle gerçekleşiyor; İnsanlar herkesin yaşadığı gibi yaşamaya devam ediyorlar (çevreye adaptaston). İnancın öğretileriyle alakası olmayan prensiplerin de aksine, bu öğretilere ters düşen prensiplerle hayatlarını sürdürüyorlar. İnancın öğretilerinin hayatta yeri olmuyordu. (duyarsızlaşma) İnsan ilişkilerinde de hiçbir zaman ortaya çıkmıyorlar. Basit şekilde, hayatı yaşarken hiçbir etkileri olmuyor. İnancın öğretileri hayattan kopmuş, ondan bağımsız olarak başka bir dünyaya bırakılmıştı. Bir kişi bu öğretileri hayatla hiçbir bağlantısız, esası olmayan bir fenomen olarak karşılayabilir. Bugün, eskiden olduğu gibi, kişinin hayatına, davranışlarına bakıp o kişinin inançlı olup olmadığını söyleyebilmek mümkün değil. Eğer gerçekten de açıkça Ortodoks inancına bağlı olanlarla inancı reddedenler arasında hiçbir fark yoksa, inançlı olanın bu işten hiçbir çıkarı yoktur. Ortodoks inancının beyanı, eskinden de olduğu gibi kendini beğenmişliklerinden gözleri dönmüş bağnaz, zalim, ahlaksız insanların arasında gerçekleşiyordu. Diğer yandan zeká, onur, dürüstlük, iyi huyluluk, ahlak, genellikle inançsız olduklarını söyleyen insanlarda görülüyor (kitleleşme)“
Taklidi iman ekolü, çevreye adapte olma sürecini aştıktan sonra bir sonraki etap olan yine kendi gibi taklidi iman sahibi olup dini/inancı hiç gündemine almayan ya da inancı çoktan hayatının bir parçası olmaktan çıkarmış kişilere bakıp daha fazla duyarsızlaşma sürecine girecektir. Bu sürecin sonu ise inanç dışı ritüellerle maddi haz arama hırsına düşmüş kitleye uyum sağlamaktır. Bu kitlenin bir özelliği ise daha önce de belirttiğim üzere yalan üzerine birleşmedir ve bu kitlede hiç kimse homojen değildir. Kimse inancını ya da inançsızlığını yansıt(a)maz, herkes sürü mantığına uyum sağlamaya çalışır çünkü kitlenin görünmez, yazılı olmayan öğretilerini, çoğunluk uyguladığı için bir durumu doğru kabul etme safsatasına düşerler (Ad Populum).
Burada dikkat edilmesi gereken hususlardan birisi de Tolstoy’un günümüzde de görülen o yadsınamaz tespitidir. Bu tespit inançlı insanların, inancından dolayı ahlaklı olması gerektiği halde çoğu inançsızdan daha kötü ve daha ahlaksız olduğu gerçeğidir. Günümüzde de sıkça görülen bu durumun kökeninde cahil din vaizlerinin sürekli olarak dini kendi tekellerinde olduğunu zannedip dinleyicilerine kafasına estiği şeyleri helal haram ilan etmesi yatar. Bilgiyle değil de korku ve sürekli baskıyla telkinlenen insanlar kuralları çiğnemeye daha elverişli olur ve fırsatını bulduklarında kuralları çiğnemekten mümkün mertebe kaçınmamaya çalışırlar. Pasif iyiler bozulduğunda pasif kötü, aktif iyiler bozulduğunda ise aktif kötü olduğu bir dünyada insan nefsini bir hayvan gibi görüp sürekli onu baskıyla telkinlemek bu aktif kötüye geçiş evresini oldukça kolaylaştırıyor.
“Üstelik bugün, geçmişte de olduğu gibi, güvenle kabul edilen, dış baskılarla sürdürülen din öğretileri, bu öğretilerin aksine ayakta kalmaya devam eden yaşam tecrübelerinin ve bilgilerinin de etkisiyle yavaş yavaş etkisini yitiriyor. Çocukluklarından beri dayatılan dini öğretilerden içlerinde hiçbir iz kalmamış olmasına rağmen, insanlar çoğunlukla inançlarının zarar görmedigini hayal ederek yıllarca yaşıyorlar.“
Taklit imanına sahip kişi içinde bulunduğu dini veya inancı günlük hayatında gündemine hiç almadığı için inançsızlar ve inançlı olduğunu söyleyenler arasında hiçbir fark olmadığını söylemiştim. Bu insanlara sorulduğunda içinde bulundukları inancı rahatlıkla söylerler, Tolstoy’un da dediği gibi inançlarının halâ içlerinde mutlak olarak yer tuttuğunu tahayyül ederler. Bazıları bu durumu hayatının sonuna kadar devam ettirebiliyor lakin Tolstoy’un birazdan alıntılayacağım hikayesine bakıldığında bazıları için durumun hiç bu kadar stabil gittiğini söyleyemeyeceğiz.
“Bir zamanlar, S. adında, zeki, dürüst bir adam bana inanmaya son verişinin hikâyesini anlatmıştı. Yirmi altı yaşında, av gezisi esnasında geceyi geçirmek için bir sığınakta akşam olduğunda dua etmek için çocukluğundan beri yaptığı gibi geleneksel olarak diz çöküyor. Ona gezide eşlik eden abisi, yakmak için topladığı kuru sapları yere bırakırken bir yandan da onu izliyor. S. duasını tamamlayıp yatmaya hazırlanırken, abisi ona “Demek bunu halâ yapıyorsun” O günden itibaren S. dua etmeyi ve kiliseye gitmeyi bırakıyor. Otuz yıldır dua etmiyor, kutsal komünyona katılmıyor ve kiliseye gitmiyor. Abisinin hükümlerine katıldığı, bunlara uyduğu için değil, kendi ruhu içinde başka bir şeye karar verdiği için de değil. Onun için abisinin belirttigi görüş, kendi ağırlığı yüzünden yıkılmak üzere olan duvara atılmış dirsekti. Abisinin bu görüşü, inancının olduğu yerin uzun zamandır boş olduğunu görmesini sağladı. Sonuç itibariyle konuştuğu kelimeler, çıkardığı istavroz, dua ederken kafasını ellemesi bir bakıma tamamen anlamsız hareketlerdi. Bunları yapmaya devam edemezdi.”
Taklidi iman ufak sarsıntılarla bile yıkılabilecek temeli çürük bir bina gibidir. Yöneltilen her soru veya her dışsal etki bu binanın yıkılması için deprem etkisi yapar Tolstoy bunu şu muazzam cümleyle özetliyor “Onun için abisinin belirttiği görüş, kendi ağırlığı yüzünden yıkılmak üzere olan duvara atılmış dirsekti.” Hayatı boyunca inancın sorgulamasını yapmamış, dünyevi hazların peşinden koşmuş, sorulduğunda inancını söyleyen ama yaşayışı “Allah varmış, yokmuş, Bana Ne” şeklinde olan insanlara yöneltilen sorular aynen bu dirsek etkisini yapar. İnanç kadar hayatı anlamlandıran bu kadar önemli bir konunun sadece bir dirsek darbesiyle yıkılması, adeta bir insanın hayatının anlamının oldukça zayıf ve değersiz olduğunun göstergesidir.
Tolstoy taklidi iman mevzusunun psikolojik altyapısını ve sürecini anlamamız için bize oldukça fazla doneler veriyor ama Tolstoy’un sayfaların birinde esas inançsızların kim olduğunu belirttiği muazzam bir tespiti vardır.
” İnanıyorum ki bu tür olaylar (zihni dumura uğratıp, inancı esir alan sorular) insanların büyük bir kısmının başından geçti, geçmeye de devam ediyor. Yalnız bizim sosyal ve kültürel yapımızdan olan, kendilerine karşı dürüst insanları kastediyorum, inancı din dışı bir kazancı edinmek, diğer dünyevi işler için kullananları değil. Eğer kendi bakış açılarına göre inanç dünyevi kazançları elde etmenin bir yoluysa, bu insanlar en radikal inançsızlardır, çünkü ortada gerçekten de hiçbir inanç yoktur.”
Tarih ne olursa olsun, tarih boyunca her inancı her ideolojiyi suistimal eden hilkat garibeleri bulunur. Kimileri inanç satarak işi ticarete döker, kimileri inançlı gözükerek oy devşirirler, kimileri ise inancı kullanarak insanları gassâl elinde meyyît rolüne sokarlar. İşte esas inançsızlar tam olarak onlardır. İnancını sorgulayıp yeterli bilgiye sahip olamadığı için inancını kaybeden kişiler değildir. Çünkü onlar en azından hayatlarının anlamını, dolayısıyla kendi hayatlarını satılığa çıkarmazlar!
Metnin burasına kadar Tolstoy’un anlatılarından hareketle inancın çöküş evresinde hangi süreçlerden geçtiğini, taklidi imanın bu süreci nasıl kolaylaştırdığını göstermeye çalıştım. Çöküş evresinin son halkası ise kaybolan inancın yerini neyin dolduracağı sorusudur. Tolstoy’un bunu nasıl doldurmaya çalıştığını şu şekilde açıklıyor:
“On altı yaşından itibaren dua etmeyi, kendi arzumla kiliseye gitmeyi, oruç tutmayı bıraktım. Bana çocukluğumdan beri aşılanana inanmaya son verdim. Yine de, ne olduğunu söyleyemesem bile bir şeye inanıyordum. Tanrıya bile inanıyordum. Daha doğrusu, varlığını reddetmiyordum. Fakat bunun ne tür bi Tanrı olduğunu söyleyemiyordum. Mesih’i, öğretilerini reddetmiyordum, fakat bu öğretilerin neler olduğunu söyleyemezdim (Agnostizm). Şimdi o döneme baktığımda açıkça görüyorum ki, hayvani içgüdülerim haricinde hayatımı etkileyen inanç, sahip olduğum tek gerçek inancım, mükemmeliyete olandı. Fakat kusursuzluğun neden oluştuğunu veya amacının ne olabileceğini söyleyemezdim. Entelektüel olgunluğa ulaşmayı denedim; çalışabildiğim, hayatın bana çalışma şansını verdiği her şeye çalıştım. İrademi tamamlamayı denedim. Kendime takip etmeye gayret ettiğim kurallar koydum. Güç ile çevikliği geliştiren egzersizleri yapıp dayanıklılık ve azimle insanı disipline sokan zorluklara katlanarak fiziksel olgunluğa ulaşmaya çalıştım.Yetkinliğe ulaşmak için bunların hepsine katlandım. Bunların başlangıç noktası, tabii ki, ahlaki olgunluktu. Fakat bunun yerini kısa sürede genel bir yetkinlik isteği aldı, kendi gözümde veya Tanrı’nın gözünde daha da iyi olma arzusu değil, diğer insanların gözünde daha iyi olma arzusu! Bu, diğer insanların gözünde daha iyi olma arzusu da, diğer insanlardan daha güçlü, yani daha meşhur, daha önemli, daha zengin olma isteğiyle yer değiştirdi.“
Cevapsız kalan sorulara aldırmaksızın inancı red sürecine girildiğinde, inancın getirdiği hayatın amacına dair olan güven ortadan kaybolur. Hayata karşı güvensizlik dehlizine düşen insan hemen yeni amaçlar edinmeye çalışır ama halihazırda soyutluğu kavrayamadığı için somut olanlara yönelir. Bu da kendini para hırsı, statü, kısacası diğer insanlardan kendini bir adım önde görmesine neden olacak olgular olarak kendini gösterecektir. “Niçin varım” sorusuna “çok para kazanmak için” cevabının verildiğini düşünün, ölüm gibi bir kavramın her şeyi yokettiği bir evrende, bir insanın yokolabilecek bir kavramı hayat amacı edinmesi ne acıdır, ne mantıksızdır… Tolstoy kitabının ilerleyen bölümlerinde inancını kaybedip nasıl bir bataklığa düştüğünü, öldükten sonra bizimle gelemeyecek olan bu maddi hedeflere bağlanmanın ne kadar mantıksız olduğunu, intihar fikrine gark olup hayatın acı bir hâl aldığını net bir şekilde açıklamıştır ama metinde sadece, inancın nasıl ve kimler tarafından daha kolay kaybedildiği, bu sürecin nasıl işlediğini araştırdığım için “inançsız yaşam nasıldır” konusu bu metinden sonra gelecek olan metnin konusudur.
Sonuç
- Tolstoy’un inancını kaybetmeden önceki dini hayatı, günümüz insanlarının çoğunun sahip olduğu Taklidi İman kavramı ile nitelendirildi.
- Taklidi imanın, çevreden görülen, ardında hiçbir düşünsel bir süreç barındırmayan, bu yüzden pamuk ipliğine bağlı bir iman olduğu vurgulandı.
- Taklidi imana sahip bireyin dış çevreye çokça maruz kaldığı ve dine karşı duyarsızlaştığı açıklandı.
- Taklidi imanı duyarsızlaştıran cevapsız soruların en sonunda inancı yıkan bir güç haline geldiği vurgulandı. Ek olarak, bu güç, tahkiki imana sahip birey için yaprak kıpırdatmaya bile yetmezken, taklidi iman için deprem etkisi yapacağı vurgulandı.
- Yıkılan inancın yerini, insanlar önünde iyi olma arzusunun (maddiyat) aldığı belirtildi.
- Bu metnin mesajı, sorgulanan her inancın daha güçlü olacağı, tahkiki iman mertebesine ulaşmanın yegâne amaç olması gerektiğidir.
Felix qui potuit rerum cognoscere causas
“Şey”lerin derinliklerine inebilenlere (nedenleri anlayabilene) ne mutlu!
Virgilius
Çağatay Çağlayan
Yorumlar
Yorum Gönder