Dilhun ile Münzevi
(Elindeki eskimiş fotoğrafı gösterir)
Dilhun: Geçmişten kalan tek şey... Bu bana ne anlatıyor biliyor musun? Aslında ben hep yalnızmışım. Bir yalan içinde kendimi avutmuşum iki güzel söz, iki tebessüm ile. Kelimelerin de sözlerin de ardındaki samimiyetsizliği görememişim.
Münzevi: Yalandan övgüleri de zorla söyletmişsindir. İnsanlar duymak istediklerini belli ederler. Bu, karşısındaki kişiye "bunu söylemem gerekiyor sanırım" dedirtir. Zorlamak sadece lafzen ya da fiilen olmaz, bir insana bir olguyu hissettirerek baskılamak, o işi yaptırmak da zorlamaktır. Yani, ardında en ufak gerçeklik ve samimiyet barındırmayan övgüleri sen talep ettin. Ona bunları söylemeye sen zorladın.
Dilhun: Sanırım öyle.
(Sessiz kalır ve düşünür. Ardından kısık bir sesle...)
Dilhun: Ben sevilmeyi hak eden bir insan değilim. Olamadım...
Münzevi: Ya kendini tanımıyorsun ya da oyuncağı elinden alınmış bir çocuğun serzenişleri bunlar.
Dilhun: Bunlar gerçek düşüncelerim. Ben tamamen buyum. Sevilmemiş, Sevilmeyen ve Sevilmeyecek olan. İnsanın hayata karşı bile platonik kalması ne demektir biliyor musun? Ben hayatı sevdiğim kadar, hayat beni sevmedi. Her gün içimden bir parçamı götürdü. Kaybettiklerime üzülmüyorum, hiç de üzülmedim. Ben sadece dehşet içindeyim. Her geçen gün sevgimin bir taraflarının kesilip kanatıldığını izliyorum. Sevgiye dair olan inancım katlediliyor günbegün... Beni dehşete sokan izlemek değil, bir şey yapamıyor oluşum. Değer verdiğim şeylere sahip bile çıkamıyorum.
Münzevi: Yanılmışım. Oyuncağı elinden alınan çocuk değil, daha sevilip sevilmediğini, sevgiyi hakedip haketmediğini bile kavramaktan yoksun birinin serzenişi bunlar. Çünkü şunu düşünmeliydin. Düşünebilmeliydin! Sen dipsiz bir okyanus olduğun halde, bir damla bile olamayacak kişilerden bir deniz, bir okyanus olmasını bekledin. Onlar olamadığı için suçlu değil, bunu onlardan beklediğin için sen suçlusun. Beklediğin için sen suçlusun! En kötüsü suçunu bilmiyorsun! İdam sehpasına giden suçlu eğer suçunu bilirse ölümle yüzleşebilir çünkü artık o ölümü kabullenir. Sen suçunu bilmediğin gibi cezanı da kabullenemiyorsun, zira kabullenmek için bilmek gerekir. Kurtuluş, ölümü ve kurtuluşu kabullenenindir. Azizim, sen bu ikisinden de bihabersin!
Dilhun: Geçmişten kalan tek şey... Bu bana ne anlatıyor biliyor musun? Aslında ben hep yalnızmışım. Bir yalan içinde kendimi avutmuşum iki güzel söz, iki tebessüm ile. Kelimelerin de sözlerin de ardındaki samimiyetsizliği görememişim.
Münzevi: Yalandan övgüleri de zorla söyletmişsindir. İnsanlar duymak istediklerini belli ederler. Bu, karşısındaki kişiye "bunu söylemem gerekiyor sanırım" dedirtir. Zorlamak sadece lafzen ya da fiilen olmaz, bir insana bir olguyu hissettirerek baskılamak, o işi yaptırmak da zorlamaktır. Yani, ardında en ufak gerçeklik ve samimiyet barındırmayan övgüleri sen talep ettin. Ona bunları söylemeye sen zorladın.
Dilhun: Sanırım öyle.
(Sessiz kalır ve düşünür. Ardından kısık bir sesle...)
Dilhun: Ben sevilmeyi hak eden bir insan değilim. Olamadım...
Münzevi: Ya kendini tanımıyorsun ya da oyuncağı elinden alınmış bir çocuğun serzenişleri bunlar.
Dilhun: Bunlar gerçek düşüncelerim. Ben tamamen buyum. Sevilmemiş, Sevilmeyen ve Sevilmeyecek olan. İnsanın hayata karşı bile platonik kalması ne demektir biliyor musun? Ben hayatı sevdiğim kadar, hayat beni sevmedi. Her gün içimden bir parçamı götürdü. Kaybettiklerime üzülmüyorum, hiç de üzülmedim. Ben sadece dehşet içindeyim. Her geçen gün sevgimin bir taraflarının kesilip kanatıldığını izliyorum. Sevgiye dair olan inancım katlediliyor günbegün... Beni dehşete sokan izlemek değil, bir şey yapamıyor oluşum. Değer verdiğim şeylere sahip bile çıkamıyorum.
Münzevi: Yanılmışım. Oyuncağı elinden alınan çocuk değil, daha sevilip sevilmediğini, sevgiyi hakedip haketmediğini bile kavramaktan yoksun birinin serzenişi bunlar. Çünkü şunu düşünmeliydin. Düşünebilmeliydin! Sen dipsiz bir okyanus olduğun halde, bir damla bile olamayacak kişilerden bir deniz, bir okyanus olmasını bekledin. Onlar olamadığı için suçlu değil, bunu onlardan beklediğin için sen suçlusun. Beklediğin için sen suçlusun! En kötüsü suçunu bilmiyorsun! İdam sehpasına giden suçlu eğer suçunu bilirse ölümle yüzleşebilir çünkü artık o ölümü kabullenir. Sen suçunu bilmediğin gibi cezanı da kabullenemiyorsun, zira kabullenmek için bilmek gerekir. Kurtuluş, ölümü ve kurtuluşu kabullenenindir. Azizim, sen bu ikisinden de bihabersin!
(Dilhun'un suratı buz kesilmiş, bütün dikkatini Münzevi'nin dudaklarından dökülen kelimelere vermişti. Kınıyor mu, yargılıyor mu emin değildi. Münzevi gözlemlediği gerçekleri ortaya sözlerinin sertliğine aldırmadan koymaya devam etti.)
Münzevi: Sen sevilmeyi haketmiyor değildin. Senin tercihlerin yanlıştı. Ne kadar inkar etsen de, çoğunlukla hayatını hep beklentilerle geçirdin. Bir okyanus iken damlaları beklemekle yıllarını tükettin. Bilmediğin bir suçtan kendini cezalandırdın ama ne kendini cezalandırdığını ne de hangi günahı işlediğini bilmiyordun. Kısacası bilmiyordun! Hiçbir şeyi! Kendini bilmediğin gibi!
Dilhun: Sadece iyi şeyler bekledim. Her insanın beklediği gibi...
(gözlerini pencereye dikti ve pencereye vuran yağmur damlalarını izlemeye koyuldu)
Münzevi: Sorun da bu!
(Dilhun dikkatini tekrar onun üzerine topladı.)
Münzevi: Hep birilerinden bir şey bekledin ve hepsi senin yararına olacak şeylerdi. Sadece kendi yararını gözettin. Karşılıksız, bir şey beklemeden, sadece bir şeyleri yapmış olmanın verdiği tadı asla almadın.
Çok sevilsin, Çokça değer verilsin... Kısacası diğerlerinin yanında el üstünde tutulan hep sen olmayı bekledin. Herkesin önünde sana iltifat edilmesini, birileriyle kıyaslandığında terazinin hep senin olduğun tarafta ağır basmasını bekledin. Bununla da kalmadı insanlara sevgi gösterip, onları sevdiğini iddia ettin ve sevgine karşılık sana bunları vermelerini taahhüt ettin ama asıl soruyu hiç sormadın. Sahi, sen kendini en son ne zaman sevdin?
(Dilhun az önce yaptığı suçlayıcı konuşmaları bırakıp, büyük bir pişmanlığa sahip oldu. Hayatı ve karşılaştığı insanları suçlayan duyguları, yerini kendini sorgulamaya başlayan aklına bıraktı. Dehşet olarak nitelendirdiği üzüntüsü, kendine yaptığı kötülüğün farkına varırken yaşadığı pişmanlığın verdiği üzüntü ile daha da ağır hale geldi.)
Çok sevilsin, Çokça değer verilsin... Kısacası diğerlerinin yanında el üstünde tutulan hep sen olmayı bekledin. Herkesin önünde sana iltifat edilmesini, birileriyle kıyaslandığında terazinin hep senin olduğun tarafta ağır basmasını bekledin. Bununla da kalmadı insanlara sevgi gösterip, onları sevdiğini iddia ettin ve sevgine karşılık sana bunları vermelerini taahhüt ettin ama asıl soruyu hiç sormadın. Sahi, sen kendini en son ne zaman sevdin?
(Dilhun az önce yaptığı suçlayıcı konuşmaları bırakıp, büyük bir pişmanlığa sahip oldu. Hayatı ve karşılaştığı insanları suçlayan duyguları, yerini kendini sorgulamaya başlayan aklına bıraktı. Dehşet olarak nitelendirdiği üzüntüsü, kendine yaptığı kötülüğün farkına varırken yaşadığı pişmanlığın verdiği üzüntü ile daha da ağır hale geldi.)
Münzevi: Hayır, hayır! Aslında bunlar sadece senin değil ben dahil, tüm insanların zaafıdır ama ben ne gördüm biliyor musun? Senin suçunun sadece hatalarını bilmemek olmadığını gördüm. Sen bunların zaaf olduğunu biliyorsun ama Sen!
(Sesini alçaltarak) Bu zaaflarını dizginlemek bile istemiyorsun...
Kendine dair, hatalarına dair bilgin yok. Kabulleniş yok. Teslimiyet yok... Sadece bitmek tükenmek bilmeyen isteklerin var. Seni güçlendirmeyen, günden güne tüketen isteklerin!
(Dilhun kafasını taşıyamayacakmış gibi olup masaya kapanmıştı. Zihninin verdiği yorgunluğa son kez direnip kafasını kaldırdı.)
Dilhun: Ağır geliyor, anlıyor musun?
Münzevi: Anlıyorum.
(Dilhun kendisini yargıladığını düşündüğü Münzevi'ye öfkelendi. Öfkesini içine attı ama hâlâ karşısındaki sert bakışların onu anlamadığını düşünüyordu. Kendine ise neden bu iddialara sessiz kaldığını, neden kendini daha iyi açıklamaktan biranda aciz kaldığını sorup duruyordu.)
Münzevi: Günü geldiğinde sen de anlayacaksın, bunu biliyorum ve buna inanıyorum.
(Münzevi karşısındaki kadına tüm bildiklerini, tüm gerçeklerini söylediğinde içindeki yükü hafifletmişti. Karşısındaki kişiyi yargılamak veya kınamak ile ilgilenmediğini, sadece gerçeklerin acıtan tesiriyle onu uyandırmak istediğini anlatamadığını biliyordu ama karşısındakinin anlayıp anlamaması onun için önem arz etmemeye başlamıştı. Eline tek geçen şey doğruları, cümleleri hiç tartma gereği duymaksızın söylemenin verdiği rahatlıktı. Çünkü, Münzevi için doğruları söylememek yaşamın en temel değerine, gerçeğe hakaretti.)
Dilhun: Tamam.
( Dilhun sadece 'tamam' diyebilmişti. Eski bir fotoğrafın, onu bu kadar yoran bir konuşmaya nasıl getirdiğine şaşırmıştı ama Münzevi'nin konuşmalarının yarattığı acı, ona, fotoğrafın altında yatan anıların acısından daha fazla acı veriyordu. Bunun sebebi ise artık Dilhun'un her ne kadar Münzevi'ye öfkeli de olsa "acaba o haklı mı" sorusunu soruyor oluşuydu.)
Münzevi: Bu lafımı unutma!
(Diye atıldı. Safralarını dökmenin verdiği rahatlık, onu da yormuştu. Çünkü içinde onu konuşmaya yönlendiren istek artık kaybolmuştu.)
Münzevi: İsmail'lerini feda etmeden İshak'larını elde edemeyeceksin! İnsanlar kurban edemediklerinin kurbanı olurlar. Vazgeçemediğin şeyler senin değildir çünkü sahiplik, gerektiğinde sahip olduğun şeyi yokedebilmeyi de gerektirir. İsteklerini putlaştırma, putlaştırdıysan da baltanı elinden bırakma. İbrahim'in kurbanına sahip çıktığın kadar, baltasına da sahip çık!
Yorumlar
Yorum Gönder