Dilhun ile Münzevi: Duygular Üzerine
( Dilhun, yağan yağmurun verdiği telaşla hızlı hızlı yürümektedir. Bahar aylarının güzelliği, yağmur yüklü kara bulutlarla kaplanırdı ara sıra ama hiç bu kadar kızgın olmamıştı. Dilhun, bu kasvetli havadan kaçmaya çalışırken bir çardakta yağmurdan kaçmış, üşümesine rağmen kitap okumaya devam eden Münzevi'yi görür. Münzevi kitap okurken bir yandan da bazı cümlelerin altını çizmektedir. Dilhun, bu kadar hararetli altı çizilen cümlelerin ne olduğunu oldukça merak eder ve Münzevi'nin karşısına oturup bu cümlelerin ne olduğunu sorar. )
" 'Sen nasılsın anlatsana biraz,' dedim. İyi olmasını hem canımın içinden istiyor, hem de iyiyse Allah da belasını versin diyordum. Bu duyguyu tanırsınız. Çok aşıkken terk edilen herkesin aşağı yukarı hissettiği şey. İyiyim işte dedi. Sevinç ve öfke yanımdan halay çekerek geçti. Demek benden ayrılınınca iyi olunuyordu. Keşke ben de ondan değil de benden ayrılsaydım. Belki daha kolay olurdu. "
(Dilhun, bu cümleleri okurken bir aşk acısı olduğunu düşündü ama bir sonraki cümleler bunun sadece bir aşk acısı olmadığını gösteriyordu.)
" Ağzımı açardım ve tuhaf bir şey dökülüverirdi dudaklarımdan; yeni ve bana ait olmayan bir şey. Sanki içimde başka biri varmışçasına. Üzgünüm, derdim aileme, ne zaman foyam meydana çıksa. Asla kimseyi incitmek istemedim. Bazen bunu söylerken samimiydim de. Fakat kimi zamansa samimi olmazdım. Beyhude ve karanlık bir öfke vardı içimde ve bu öfkeyi içimden bir türlü söküp atamazdım. Ta ki içimde yalnızca onun için yer kalana dek büyüdükçe büyürdü. "
(Münzevi, üzüntü ve öfke içerisinde olmalıydı ve bu üzüntüden de oldukça hicab duyuyor olmalıydı. Çünkü kelimeler kimliklerdi, altı çizilmiş cümleler ise ifade edilmemiş duyguların aynası.)
Dilhun: Sorun nedir?
Münzevi: İçimde bir öfke hali var son zamanlarda. Çok farklı bir duyguymuş. Daha önce tatmadığım türden.
(Dilhun, Münzevi'nin neden bu öfke ve üzüntü haline büründüğünü merak ediyordu ama Münzevi'nin yüzünde en ufak bir üzüntü göremiyordu. Öfke ve sükûnet dışında hiçbir şey yoktu. Bir insan hem öfkeli olabilir, hem de nasıl sakin kalabilirdi? Bir insan içindeki öfkeye böylesine nasıl hakim olabilirdi? Dilhun yağan yağmuru ve ıslanan vücudunu üşüten rüzgarı unutmuştu. Münzevi gibi o da soğuğa aldırmadan sadece düşünüyordu. Derken, Münzevi devam etti.)
Münzevi: İnsan bu duyguları tadarak "insan" oluyor olmalı. Çünkü bu duygular o kadar güçlü ki verdiğin her karar senin hem cennetin hem de cehennemin olabiliyor.
Dilhun: Hangi duygulardan söz ediyorsun?
Münzevi: Korku, öfke ve sevgi... Uykularımı kaçıran 3 duygu...
Dilhun: Sevgi ?
(Dilhun, bir insanın uykusunu sevgi kadar güzel bir duygunun neden kaçırabileceğini anlayamamıştı. Münzevi ise içindeki duygularla mücadele etmeyi tercih etmiyor, daha çok bu duyguları anlamakla uğraşıyor gibiydi.)
Münzevi: Daha iyi anlıyorum şimdi. Korku bir belirsizlik hali. Bireyin kendisini hayatta tutmasına, savunmasına dayalı ilkel bir çözüm bulma arayışından başka bir şey değil. Bununla ugraşan zihnin, uykuları almaz mı?
Öfke ise çok saldırgan. Cezalandırma isteğiyle örülü. Fakat bu güdünün temelinde de kırılmış gurur ve acıyla kaplı bir üzüntü hali olması gerekli. Zira, insanların çoğu kontrollerini "kırılmış" hissettiklerinde kaybederler.
Dilhun: Her zaman böyle midir?
Münzevi: Çoğunlukla böyledir.
Dilhun: Peki, bunu anladım. Korkunun da uykularını kaçırması kabul edilebilir ama sevginin neden uykuları kaçırdığını halâ anlayamadım.
Münzevi: Korku çok acizce gözükür ve güzel şeyleri düşünebilmenin önündeki en engellerden biridir. Çünkü geleceğin hayallerine endişe boca eder. Öfke tehlikeli. Olası bütün güzellikleri yokeder. Ne korku kadar acizce, ne de öfke kadar tehlikeli olan sevgi en güzeli. Daha heyecanlı, mutluluk verici ve tutku doludur.
Sevgi ile insan, siyahı da beyazı da unutur. Grinin de turuncunun da varlığından haberdar olur. Hayatın siyah veya beyaz seyreden anlarını rengarenk yapan bu duygu, tatmaya değer değil midir?
Dilhun: Peki, bunun uykunu kaçırmasının sebebi nedir? Güzel olanlar, uykularını neden senin elinden alsınlar?
Münzevi: Çünkü içim içime sığmıyor. Heyecanımı ve merakımı besliyor. Zamanın hızlı geçmesini, gecenin hemen sona ermesini istiyorum. Gece bitmeden beklenilen anlara nasıl erişir ki insan? Sen bekledikçe uzuyor. Beklemeyi de bırakamazsın. İnsan hayalini bırakır mı?
Uyuyunca da geçmiyor. Heyecan ile beslenen kalbin atışları uyutur mu insanı? Beni uyutmuyor en azından. Böylece, sevgi güzeldir ama uykularımı almakta da ondan iyisi yoktur. Doğrusu, önemli de değil. Sevgi olsun da, cefası uykusuzluk olsun. Çünkü, sonsuz uyku gelip çattığında sevgiyi de öldüremeyecek ama kavuşmayı öldüreceği kesin.
(Dilhun söz konusu sevginin sadece bir aşk olabileceğini anlamıştı ama zaman ve sevgi arasındaki ilişkiye hiç dikkat etmemişti. Ta ki bugüne kadar... Seven ve sevilenin özlemleriyle süsledikleri bu kavuşma anları neden çabuk biterdi, zaman dakikalarını, saatlerini neden bu kadar hızlı öldürmeye hevesliydi, bütün bu soruların bir cevabı olmalıydı. Elbette, bunun cevabı Münzevi'nin işaret ettiği bekleyişle ilgili olmalıydı. "Bekledikçe uzuyor." Insanın hayatı hep beklemekle geçiyor, ya mutluluğu ya da sevgiyi. Eğer insan bunlara sahipse, zamanın herkese adil davranmasına rağmen, erken ölüyordu insan... Ya da yetmiyordu zaman... Sevilenin yanında gün hiçbir zaman 24 saat değildir.)
(Dilhun düşünmeye devam ederken gözleri, Münzevi'nin kitabındaki altı çizili diğer cümlelere de ilişti.)
[ "Henüz beklemeye başlamadık değil mi?" - "Ne demek istiyorsunuz?" - "Eğer başlamasını sağlayabilirsek beklemekten de kurtulabiliriz." - "Fakat kurtulmayı bu kadar istiyor muyuz?" - "Evet, istiyoruz, hatta sadece bunu istiyoruz." "Eğer birlikte bekleseydik her şey değişirdi." - "Eğer bekleyiş bizim ortaklığımız olsaydı? Ona ortak bir şekilde ait olsaydık? Fakat beklediğimiz de birlikte olmak değil mi?" "Evet, birlikte." ]
"Sen... Beni asla, asla tanımayan, bir su birikintisinin yanından geçercesine yanımdan geçip giden, bir taşa basarcasına üstüme basan, hep ama hep yoluna devam eden ve beni sonsuz bir bekleyiş içinde bırakan sen..."
Dilhun: Şu anda bu duygulardan hangisini yaşıyorsun peki? Gözlerindeki bu uykusuzluğun sebebi hangisi?
Münzevi: Sadece öfke. Fakat bu duyguları, altlarında yatan etkenleri sorgulamak iyi geldi. Uykumun geldiğini hissedebiliyorum en azından. Çünkü, ne olması gerektiğini anladım. Sen kendi duygularını sorgulamış mıydın hiç?
Kalbinin derinliklerine hiç baktın mı?
Dilhun: Sanırım, hayır. Sorgulamak sana öfkenden kurtulmanın yollarını da veriyor mu, peki?
Münzevi: Nasıl kurtulurum diye sormuyorum pek. Çünkü eğer içimde bir duygu varsa o duygu yaşanmalı, ne yarım kalmalı, ne de reddedilmeli. O duygu ile yüzleşilmeli. Yaşanmalı. Deliliklerin temel sebebi de bu değil midir zaten? Meşru duyguları reddetmek... İçindeki duyguyu reddedip kendini kandırmanın yolunu aramak, zihindeki duyguların ve düşüncelerin birbirine karışmasına, gerçek ile batılın karışmasına sebep oluyor. Gerçeğini kaybedenin, aklı da kaybolmaz mı?
Bu yüzden aşksa aşk, üzüntü ise üzüntü yaşanmalıdır zihinde. Bilindik bir klişedir bilirsin. "Bırak, ağlasın açılır."
Dilhun: Bunu hiç bu şekilde düşünememiştim.
( Yağmur şiddetini azaltmıştı. Münzevi'nin yüzündeki eski kasvet kaybolmuştu. Dilhun'un ilgisi ise tamamen Münzevi'nin üzerindeydi. Münzevi kitaplarını kapatarak eklemeye başladı.)
Münzevi: Bütün bunlar bizi şuraya çıkarıyor. Bir duygunun bir insanın içinde bulunması kötü değildir. Duygunun kendisi kötü olarak bilinse bile... Adı nefret olsun, öfke olsun hiç farketmez.
Aslında nereden baksan bunlar yararlıdır da. Bir kereliğine bile olsa, içinde sadece mutlak merhamet barındıran bir hakim olduğunu düşünsene. Zalimi cezalandırmayıp durmadan onu affedip zalimliğine göz yummuş olmaz mısın? Merhametin adaleti öldürmüş olmaz mı? Öfke ve nefret zalim olanlara karşı merhametini alıp götürmeseydi, zulmedenleri nasıl cezalandırabilirdin ki?
Peki sorun ne? Bir duygunun içinde bulunması mıdır sorunlu olan? Bu yüzden mi meydana gelir duyguların reddi? Sorun bu değil. Sorun sadece bu duyguların dozu. Bir duygunun aşırı bulunması sorunlu olandır.
İpte duran bir cambaz düşün. Esen duygu rüzgarlarının türüne göre, bu cambazın düşebileceği ortamlar farklı olsun. Cambaz nefret rüzgarına kapılırsa ateşe düşme ihtimali vardır.
Tüketici sevginin rüzgarına kapılan cambazın ise hasretin, özlemin, iyileştirici gücün temsili olan suya, derin denizlere düşme ihtimali vardır. İkisi de bu cambazı öldürebilecek potansiyele sahipse hangi tarafa düştüğünün ne önemi var? Eğer ikisi de öldürüyorsa sevginin de nefretin de herhangi bir farkı kalır mı?
O halde mühim olan bu duygu rüzgarlarına kapılmamaktır. Duygusal bütünlüğünü sağlamış İnsan, bu ipte en uzun süre kalabilen, duygularının dozunu en fazla kontrol edebilen cambazdır. Duygularını yaşamaktan geri durmayan ama aşırılıktan uzak duran...
(Dilhun, Münzevi'nin üzerindeki öfke, üzüntü karışımı olan kasvetin bu kadar kontrollü bir şekilde ortadan kalktığını görmesiyle şaşkınlığı kat kat artıyordu ama Münzevi'nin duygulara yüklediği anlamlar onu daha çok ilgilendiriyordu. Çünkü, yönetebilmenin bilmek ile mümkün olduğunun farkındaydı. Kendi duygularını kontrol edebilmek için öncelikle bu duyguları kavraması gerektiğini biliyordu.)
Dilhun: O halde her duygunun yerinde ve tadında yaşanmasının insani ve gerekli olduğunu iddia ediyorsun. Peki, tüketici sevgi nedir? Sevgi neden tüketir? Sevgi, tüketici olur mu hiç?
Münzevi: İddiamın o yönde olduğunu söyleyebilirim.
Tüketici sevgi için ise öncelikle şunu söylemeliyim: Aşık ile maşuk her ne kadar yazılışları farkli da olsa, birdir. İki sevgili sarıldığında kalplerinin biri sağda biri solda olduğu için aşk kavramı kalp ile ilişkilendirilir. Çünkü her iki kalbin de bir bütün haline gelip ritimlerini değiştirir. Bu yüzden, kalplerin sevgiyle özdeşleştirilmesi boşuna değildir.
Birbirinin yakıtı olan bu 2 insan birbirlerini beslerler. Birbirlerini sevdikçe daha uyumlu hale gelir, yaşamın zorluklarına daha sıkı tutunurlar. Peki, tüketici sevgiye sahip olanlar ne yapmaktadır?
Sadece iki benliğin biraraya geldiğinde bir bütün oluşturabileceğini unutup, Kendi benliklerini yoketmeye başlarlar.
Kendinden daha fazla vermenin yarışına girerler. Verdikçe verir, besledikçe beslerler. Tüketici sevgileri hamtallaşır, artık özgürleştirmekten çok uzaktır. Tüketici sevenlerin sevgileri tutku halini alır.
Sonuç olarak, tutku tutuklar sevgi azad eder.
Tüketici sevgiye sahip olan kişi karşısındakini durmadan besleyerek onu aşırılıkla tüketir, dolayısıyla kendisinden çok verdiği için kendisini de tüketir. Böylece, tüketici sevenlerin kavuşmasında bir gönül birliği değil, bir gönül hiçliği ortaya çıkmış olur. O halde sevgi güzel de olsa her zaman bir ölçüye tabii olmak zorundadır.
Dilhun: Peki, sevgi nasıl ölçülü olur? Sevgi tüketmeyi bırakıp, nasıl üretir?
Münzevi: İdealler ve değerler sevgiyi diri tutar, tüketicilikten korur. Birbirlerine değerleri ile bağlı olan kişiler üretirler. İyilik halleri birbirlerine iyilik yapmalarına, adalet duyguları birbirlerine adil olmalarına vesile olur. Böylece eş seçimlerinin de bu değerler doğrultusunda yapılması gerektiği söylenebilir. Çünkü, birbirlerinde bu değerleri göremediklerinde sevgi vermekten kaçınırlar. Her iki birey de bir benliğe sahip olduklarını daima hatırlar, bir olmaları için bu değerlere sahip olmaları gerektiğini bilirler. Son söz ise şu: Sevilenler taşıdıkları erdem, ideal ve değerleriyle sevilmeyi hakederler. Haketmeyene sevgi verilmez.
Çağatay Çağlayan
Yorumlar
Yorum Gönder